İran ile İsrail arasında 13 Haziran’dan bu yana tırmanan gerilim, 22 Haziran’da ABD’nin doğrudan müdahalesiyle kritik bir eşiği aştı. sabaha karşı 03.30 sularında başlayan operasyonda, ABD güçleri İran’daki üç nükleer tesisi – yeraltındaki Fordo ile Natanz ve İsfahan – yüksek hassasiyetli hava ve deniz saldırılarıyla hedef aldı. B-2 bombardıman uçaklarının kullandığı GBU-57 tipi sığınak delici bombalar ve denizaltılardan fırlatılan onlarca Tomahawk füzesiyle gerçekleştirilen saldırı, İsrail’le tam koordinasyon içinde yürütüldü.
ABD Başkanı Trump ise saldırının ardından Türkiye saatiyle 05.25’te yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer altyapısının ciddi ölçüde tahrip edildiğini belirterek, artık “barış zamanı” olduğunu ilan etti. Ancak hem Trump’ın hem Netanyahu’nun açıklamaları, bu hamlenin esas amacının İran’ı güç yoluyla diplomasiye zorlamak olduğunu ortaya koydu. ABD Savunma Bakanlığı ise operasyonun rejim değişikliği amacı taşımadığını ve öncesinde yoğun bir gizlilik içinde planlandığını bildirdi. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’in, İran’a yönelik saldırının haftalar ve aylar öncesinden planlandığını belirtmesi, bu hazırlığın nükleer müzakerelerin sürdüğü döneme denk gelmiş olabileceği yönünde bazı soru işaretlerini gündeme getirdi. Bu açıklama, diplomatik sürecin yürütüldüğü bir dönemde askeri hazırlıkların eşzamanlı ilerletilip ilerletilmediğine dair tartışmalara zemin oluşturdu.
Saldırının ardından Körfez ülkelerinde radyasyon seviyelerinin teknik olarak güvenli kabul edilen sınırlar içinde kaldığını Körfez İşbirliği Konseyi duyurdu. İran Meclisi, artan bölgesel gerilimlerin ardından dünyada deniz yoluyla taşınan ham petrolün yaklaşık 3’te 1’inin gerçekleştirildiği kritik bir geçit olan Hürmüz Boğazı’nı geçici olarak kapatılması gerektiği sonucuna varıldığını duyurdu ve nihai karar Ali Hamaney tarafından denetlenen Milli Güvenlik Yüksek Konseyine ait. Tahran yönetimi, bu adımı “ulusal güvenliği tehdit eden dış müdahalelere karşı meşru bir savunma” olarak tanımlarken, uluslararası toplumdan gelen ilk tepkiler endişe verici bir tırmanışa işaret ediyor.
Hürmüz Boğazı, Basra Körfezi ve Umman Denizi arasında bir bağlantı yolu olup stratejik öneme sahip dar bir geçittir. En dar noktası 33 kilometre (21 mil) olan Boğaz, aynı zamanda Ortadoğu’daki petrol ve LNG üretiminin dünyaya pazarlanmasında stratejik bir geçit. Günlük yaklaşık 20 milyon varil petrol ve petrol ürünü, 290 milyon metreküp LNG geçişinin olduğu Hürmüz Boğazı, dünya petrol ihracatının yaklaşık %30’u ve LNG ticaretinin yaklaşık %20’sinin geçtiği bir enerji arteridir. Boğazdan en fazla petrol ihracatını Suudi Arabistan, en fazla LNG ihracatını ise Katar gerçekleştiriyor. Katar, LNG ticaretin yaklaşık %90’ını bu stratejik geçitten gerçekleştiriyor. Boğazdan geçen petrolün %80’i Asya ülkelerine giderken bunun %45’i de Çin’in toplam petrol ithalatını oluşturmaktadır. Katar ve BAE’nin ihraç ettiği LNG’nin %80’i Asya’ya, %20’si ise Avrupa’ya gidiyor.
Boğazın kapatılması, yalnızca enerji güvenliği açısından değil, enerji ithalatına bağımlı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere küresel çapta enflasyon artışına da neden olabilir. Nakliye rotaları aksamaya uğradığı takdirde üretim, ulaşım, tarım sektörlerinde ciddi krizler yaşanabilir. Kesinti, Avrupa’nın hammadde, elektronik ve tüketim malları ithalatını geciktirebilir ve tedarik zincirlerini etkileyebilir. Nakliye için sigorta primleri yükselebilir ve Avrupa işletmeleri ve tüketicileri için maliyetleri artırabilir. Sadece Avrupa ülkeleri içinde değil Lübnan tamamen Irak’tan gelen yakıta bağımlı. Kapanma durumunda ciddi bir elektrik kesintisi yaşanacaktır.
Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) göre Hürmüz Boğazı’nın kapanması halinde, alternatif boru hatları günlük taşınan petrol miktarının sadece dörtte birini yönlendirebilecek kapasitede. Bu durum, arzda ciddi bir daralmaya ve fiyatlarda sert artışa yol açabilir.
Irak, Kuveyt ve Katar’ın, Hürmüz Boğazı’na net bir alternatifi yok, boğazdan en fazla LNG ticaretini yapan Katar’ın boğazın kapatılması durumunda, enerji ticareti aksayabilir, en fazla LNG ithalatı yapan Asya ülkeleri içinde büyük bir sorun teşkil edebilir. Boğazın kapatılması, yalnızca enerji güvenliği açısından değil, barış ve uluslararası hukuk bağlamında da ciddi sonuçlar doğurabilecek bir gelişme olarak öne çıkmaktadır. Örneğin Katar’ın, enerji anlaşmalarındaki yükümlülüklerini yerine getirmediği takdirde “güvenilir tedarikçi” imajı zarar görebilir.
Her ne kadar Suudi Arabistan ve BAE’nin alternatif boru hattı güzergâhları bulunsa da, bu hatlar Hürmüz Boğazı’nın olası kapanması durumunda tam anlamıyla çözüm sunmuyor. Boru hatları genellikle tam kapasitede çalışmıyor ve Suudi ve BAE boru hatlarından yaklaşık 2,6 milyon varil/gün kapasitenin, bir tedarik kesintisi durumunda Hürmüz Boğazı’nı atlatmak için kullanılabilirler. Saudi Aramco, Basra Körfezi yakınlarındaki Abqaiq petrol işleme merkezinden Kızıldeniz’deki Yanbu limanına kadar uzanan yaklaşık 7 milyon varil/günlük kapasiteli “Doğu-Batı Boru Hattı”nı işletmektedir. Ham petrolü bu boru hattı aracılığıyla Kızıldeniz’e yönlendirebilir. Ancak, Husi saldırıları gibi güvenlik riskleri nedeniyle bu hat hâlihazırda neredeyse tam kapasiteyle çalışmakta.
Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait Fujairah Boru Hattı ise günlük 1,8 milyon varil taşıyabiliyor fakat yoğun kullanım nedeniyle fazladan yük taşıma esnekliği oldukça sınırlı. İran’ın Goreh-Jask Boru Hattı’na gelince; bu hattın teorik taşıma kapasitesi 300 bin varil olmasına rağmen, 2024 sonlarında devre dışı kalmadan önce günde yalnızca 70 bin varil civarında işlem görmekteydi. Bu da etkinliğini oldukça düşürüyor. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması halinde ülkenin kırılgan ekonomisi de ciddi bir darbe alacaktır.
ABD Enerji Enformasyon İdaresi’ne (EIA) göre, Hürmüz Boğazı’nın kapanması hâlinde Suudi Arabistan ve BAE, günde yalnızca 2,6 milyon varil petrolü başka güzergâhlara yönlendirebilir. Bu rakam, normalde Hürmüz’den geçen yaklaşık 20 milyon varillik günlük trafiğin oldukça altında kalıyor. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ekonomik çeşitlendirme girişimlerine rağmen halen büyük oranda ekonomileri petrol ve doğal gaz ihracatına dayanmaktadır. Boğazın kapatılması halinde uzun süreli kesintiler bölgede bütçe açıklarını tetikleyecektir.
ABD, Körfez’den günde yarım milyon varil petrol ithal ediyor. Bu ABD ithalatının%7’sine denk geliyor. Bu onu Asya ve Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında daha az savunmasız kılıyor. Buna rağmen küresel fiyatlardaki artıştan zarar görebilir. ABD’nin Venezuela gibi petrol üreten ülkeler uyguladığı kısıtlamaları hafifletip piyasadaki petrol arzını hafifletme yönünde bir girişimi olabilir.
Enerji kaynaklarına erişimi kısıtlayarak sıcak çatışma riskini artırmaktadır. Bölgedeki güçler arasında mevcut olan kırılgan denge, askeri gerilimi daha da tetikleyebilir. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı askeri güç kullanarak kapatması durumunda ABD, NATO ve Körfez ülkelerinden çok sert karşılık gelebilir. Krizin temelinde İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar ve bölgesel izolasyon politikalarının yol açtığı siyasi baskıların etkili olduğu düşünülmektedir. Bu noktada, diplomatik diyalog ve müzakere kanallarının açık tutulması kritik önem taşımaktadır.
ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail gibi bölgeye doğrudan müdahil aktörlerin vereceği tepkiler, krizin seyrini belirleyici olacaktır. Aynı zamanda Türkiye, Katar ve Umman gibi aktörler, diplomatik çözüm arayışlarında arabuluculuk potansiyeli taşıyan ülkeler arasında değerlendirilmektedir. IPRC bu bağlamda güç rekabetlerinin değil, diplomatik araçların ön planda tutulmasını vurgular.
Yaşanan gelişme, aynı zamanda barış diplomasisinin sınandığı bir süreçtir. Çok taraflı müzakere platformlarının oluşturulması, Track II (gayriresmî) diplomasi girişimlerinin teşvik edilmesi ve tarafsız arabuluculuk mekanizmalarının geliştirilmesi bu süreçte ön plana çıkabilir. IPRC, uzun vadeli barış için çatışma öncesi diplomatik yapıların güçlendirilmesini savunmaktadır.
Hürmüz Boğazı’nın kapatılması, enerji güvenliği krizinin ötesine geçerek, diplomasi, insani güvenlik ve uluslararası hukuk alanlarında kapsamlı bir tartışmayı beraberinde getirmektedir. İstanbul Barış Araştırmaları Merkezi, bu tür kriz anlarında çatışmasız çözüm modellerinin geliştirilmesi ve bölgesel barış girişimlerinin desteklenmesi gerektiğine inanmaktadır